II. Dünya Savaşı’nın acımasız girdabında, Üsteğmen Ludwig Mengelberg, bir Alman-Hollandalı Wehrmacht subayı olarak kendisini ahlaki bir çöküşün eşiğinde bulur. Zaferin artık bir hayalden ibaret olduğuna inancı sarsılmış, vicdanını kemiren bir yük taşır: üstlerinin emriyle bir grup partizanı idam etmenin utancı. Bu olay, ruhunun derinliklerine işlemiş bir yara gibi kalıcı bir iz bırakır.
Ancak Mengelberg’in trajedisi bununla sınırlı kalmaz. Hayatı, bir bombardımanda karısı ve kızının hayatını kaybettiği haberiyle paramparça olur. Bu yıkıcı darbe, onu derinden sarsar ve varoluşuna dair sorgulamalara sürükler.
Savaşın çirkin yüzüyle yüzleşen Mengelberg, Hollanda’nın kuzeydoğusundaki Drenthe’ye gönderilir. Burada, Amerikalılara ve İngilizlere karşı son çaresizce direnen Alman ordusunun bir parçası olur. Fakat bu görev sırasında, bir Hollandalı çiftçi ailesinin saklanan insanları korumaya karar vererek ilkelere bağlılığını ve cesaretini gösterir. Bu eylem, kendi adamlarına karşı bir ihanet olarak nitelendirilebilir ve onu tehlikeli bir uçurumun kenarına iter. SS birlikleri şüphelenirse ve direniş güçleri ilerlerse Mengelberg, sadece kendi hayatını değil, sevdiklerinin ve koruduğu masum insanların hayatlarını da riske atmış olacaktır.
Mengelberg’in cesur seçimi, onu ahlaki bir ikilem ile karşı karşıya getirir. Bir yandan vatanına ve yeminine bağlılığı, diğer yandan insanlık ve vicdanı arasındaki çelişki onu bunaltır. Bu zorlu koşullarda Mengelberg, hayatta kalmak ve doğru olanı yapmak için cesaretini ve bilgeliğini kullanmak zorundadır.